“YÖDAK, Siyasetten Arındırılmalı”

Öğretim görevlisi Yrd. Doç. Dr. Ediz Tuncel, YÖDAK’ın ülkeye bir milyar dolara yakın gelir getiren bir sektörün çekirdek kurumu olduğunu vurgulayarak, bu kurumun siyasetten tam bağımsız hale getirilmesi gerektiğini belirtti

Öğretim görevlisi Yrd. Doç. Dr. Ediz Tuncel, bir yılda Kuzey Kıbrıs’ı en az 1 milyon 600 bin kişi ziyaret ettiğine dikkat çekerek “Bu gelirin vergi olarak yüzde onu vergi olarak devlet kasasına girse, 100 milyon dolar olur. Bu rakamla bir senede ülkenin tüm sağlık, eğitim, ulaşım ve altyapı sorunları kökten çözülür. Ama başıbozuk bir devlet yapımız olduğu için kimin eli kimin cebinde belli değil” dedi.

Tuncel, YÖDAK’ın ülkeye bir milyar dolara yakın gelir getiren bir sektörün çekirdek kurumu olduğunu vurgulayarak, bu kurumun siyasetten tam bağımsız ve bağlantısız bir hale getirilmesi gerektiğini belirtti.

HALKIN SESİ’nin sorularını yanıtlayan Tuncel’in röportajı şöyle:

HS:  Sn. Tuncel bir akademisyen olarak uzun zamandır KKTC basınında köşe yazarlığı yapıyorsunuz, Kıbrıs Türk Çevre Platformu kurucularındansınız, zaman zaman ülke sorunlarına, zaman zaman da Ortadoğu siyaseti üzerine yoğunlaşıyorsunuz. Sizinle gündemi değerlendirelim, hem iç hem de dış gelişmelere bakalım. Önce isterseniz Kıbrıs sorunundan başlayalım. Bu konuda çok önemli bir dönemeçten geçiyoruz. Kıbrıs sorununu çözüm çabalarını nasıl değerlendiriyorsunuz? 

ET : Kıbrıs sorunu özde Kıbrıslı Türklerle Kıbrıslı Rumların arasında bir sorun gibi görünse de, aslında işin özünde hiç de öyle değil. Bu sorun 1960lı yıllardaki soğuk savaş döneminde özellikle yaratıldı ve Kıbrıs’daki sorun üzerinden iki NATO ülkesi olan Yunanistan ve Türkiye arasına kara kedi sokuldu. O dönemde Kıbrıs üzerinde öncelikli çıkarları olan kimdi, kimlerdi? ABD, İngiltere ve Rusya… Bu üçlü için sadece Orta Doğu ülkeleri değil, tüm Doğu Akdeniz coğrafyası, ki bu coğrafyaya Kuzey ve Kuzey Doğu Afrika ülkeleri de dahildir, birer enerji ve silah pazarıdır. Dünyanın hiçbir yerinde hem petrol ve doğal gaz gibi enerji alanlarına sahip olan hem de bu üç ülke için kusursuz ve sürdürülebilir silah pazarı olan bir bölge yoktur. Kıbrıs da bu enerji ve silah pazarı bölgesinin tam ortasında yer almaktadır.  Kıbrıs sorunu özünde 1960’lı yılların çok öncesine kadar gidiyor ama biz 1960’lı yıllardan bugüne kadar gelen sürece bakarsak, Kıbrıslı Türkler ve Rumların farkında olmadan bir anda bu çıkar çatışmasının içine çekildiğini ve kendilerini anlamsız ve mantıksız bir etnik savaş içinde bulduğunu görürüz. Yunanistan NATO’nun şımarık çocuğudur, Türkiye ise NATO’nun şamar oğlanı…Bir yerde NATO’ya mecburiyetten giren bu bımarık çocuk Rusya ile olan ilişkilerini genelde Kıbrıs üzerinden götürmeye çalıştı, Rumların Rusya ile yakınlaşmasına çanak tutu, hem ABD’yi hem de Rusya’yı idare etmeye çalıştı. Zaman zaman ABD’nin çıkarlarına ters düşen Yunanistan’ın dersini vermek içinse hep  şamar oğlan kullanıldı. Bu iki arasında kozların en iyi paylaşılacağı ve birbirleri ile hesaplaşabilecekleri en uygun yer de Kıbrıs idi. İşte Kıbrıslı Türkler ve Rumlar soğuk savaş dönemlerinde özellikle super güçler arasında yaşanan hesaplaşmaların tam ortasında bu vesileyle kaldı.

HS: Yani Kıbrıs sorunun temelinde bir süper güçler hesaplaşması mı var diyorsunuz? Kıbrıslı Türkler ve Rumlar bu hesaplaşmanın kurbanı mı?

ET: Kesinlikle öyledir. Ancak bunun yan faktörleri de vardır. Örneğin Kilise’nin rolü…Bugün Kıbrıs’ın en zengin kurumu Rum Ortodoks Kilisesi’dir ve Rum toplumu ve devleti üzerinde ciddi bir ağırlığı vardır. Ancak son yıllarda bu ağırlık Rum siyasetçilerin Kilise’ye karşı temkinli duruşlarıyla biraz hafiflemiştir. Artık Kilise’nin Rum siyaseti üzerinde eskisi kadar ağırlıklı bir etkisi olduğunu söyleyemeyiz, ancak bu etki tam olarak kaybolmuş da değil. Nitekim, 74 öncesi EOKA terörünün ve 74 sonrasında Rum toplumu içinde ortaya çıkan aşırı milliyetçiliğin ve faşizmin en büyük destekçisi Kilise olmuştur, hala da öyledir. Ancak Kilise, Kıbrıs üzerinden sürdürülen hesaplaşmada belirleyici bir role sahip değildir, sadece kendine rol biçen bir piyondur. Bugün geldiğimiz noktada, Kıbrıs sorunu ABD kaynaklı olan ve tüm Doğu Akdeniz coğrafyasını teröre ve vahşete sürükleyen Büyük Ortadoğu Projesi’nin sadece bir parçasıdır ve çok da önemli bir parçası değildir, ancak gözardı edilecek kadar önemsiz de değildir. Doğu Akdeniz coğrafyasındaki denizlerde bulunan enerji kaynaklarının Avrupa’ya taşınması için geçiş nokrası üzerinde bulunmaktadır. Bu enerji kaynaklarının varlığı ilk kez 1960ların başında Ruslar tarafından keşfedildi ve dönemin Cumhurbaşkanı Makarios’a bu enerji kaynaklarını ortak işletim teklifi götürüldü. Yıllar önce Hurriyet küçük bir haber olarak bu detayı yazmıştı. Şeytan çoğu zaman ayrıntıda gizlidir. Biz buna pek dikkat etmiyoruz ama bu dünyayı dizayn edenler, sömürenler buna çok dikkat eder. Makarios’un buna sıcak bakmasıyla işler çığırından çıktı. İngilizler hemen Makarios’un burnuna 13 maddelik anayasa değişikliğini konusunu dayadılar. İngilizlere göre, ki Kıbrıs Cumhuriyeti Anayasası’nın yaratıcılarından biri de kendileriydi, Cumhuriyet anayasasında Türklere verilen yetkiler fazla ve gereksizdi.  Makarios buna da sıcak baktı, böylece ayrıntıda gizli olan Şeytan iş başına geçti. Makarios’un duygusal tutumu, Türkler ve Rumların arasını açtı. Yıllar sonra, yanlış hatırlamıyorsam 1975 yılında Makarios o dönemin ünlü İtalyan gazetecisi Oriana Fallaci ile bir söyleşi yaparken bazı itiraflarda bulundu ve bir çeşit günah çıkardı.

HS: Yani Kıbrıs üzerinde çok büyük bir oyun mu oynandı diyorsunuz? Peki bugün bölgede yaşanan olayların neresindeyiz?

ET: Evet, fazlasıyla büyük bir oyun oynandı. Bu oyun sadece Kıbrıs üzerinde oynanmadı, Kıbrıs çevresindeki coğrafyada da oynandı. Örneğin, dedik ya, şeytan ayrıntıda gizlidir. Buna dikkat etmek lazım. Yahudiler İsrail desteğinde ABD senatosunda ağırlıklarını koymaya başladıkları zaman başlarına Filistin Kurtuluş Örgütü diye bir örgüt bela oldu. Bunlar sözde Arap milliyetçisiydiler ve Filistinli Arapların haklarını silahla alacaklardı. FKÖ’nün bütün silah kaynakları batılı silah kaçakçıları tarafından sağlanmıştır. Nitekim, bu örgütün başındaki lider olan Yaser Arafat öldüğü zaman İsviçre bankalarında adına akıllara durgunluk veren bir serveti olduğu ve bu serveti terörden yaptığı ortaya çıkmıştır. Bu adamın öldüğünde İsviçre bankalarında tam 6,5 milyar doları olduğu ortaya  çıktı. Bu adam, Filistinli çocukları İsrail tankları ve silahları üzerine süren, çatışmalarda ölen çocuklar için de “onlar bizim küçük mücahitlerimizdir, mücadelemiz onların şahadetleri üzerinde yükselecektir” diyen adamdır…Benzer şehit ve “vatan, millet sakarya” edebiyatını biz de bir yerlerden tanıyoruz. Nitekim, Filistin Kurtuluş Örgütü bitti, yerine Hamas geldi, İsrail ile Hamas kavgasına şahit olduk. Bu arada, ABD senatosundaki Yahudi lobisi ve Rum-Yunan lobisi arasındaki denge de hep hassas bir çizgide seyretti. Seçimlerde bu dengenin korunmasına hep özen gösterildi. Benzer bir durum Türkiye’nin başına geldi. Dünyada gerçek anlamda Laik ve demokratik tek Müslüman devlet olan Türkiye’nin en önemli rolü, Müslüman devletler için “olumsuz” bir örnek teşkil etmesiydi. Türkiye’nin bu durumu da emperyalistler ve kapitalistler tarafından kabul edilemez bir durumdur, ve değiştirilmelidir.

HS: Türkiye neden olumsuz bir örnekti, bunu biraz açar mısınız?

ET: Ortadoğu ve Kuzey Afrika ekseninde Müslüman olan ama aynı zamanda enerji kaynaklarına da sahip olan ülkeler ve halklar eğer Türkiye’yi örnek alırlarsa, enerji kaynaklarını emperyalistlerin ve kapitalistlerin istediği doğrultuda sömürtmezlerdi. Hele de Türkiye onlara bu konuda liderlik etmeye kalkarsaydı, iş hepten çıkmaza girerdi ve Türkiye Doğu Akdeniz coğrafyasında bir çekim merkezi, siyasi, ekonomik ve askeri bir güç merkezi haline gelirdi. Aslında Türkiye bunu bir noktaya kadar başardı da. Ama Türkiye’nin bu rolü üstleneceğinin hesabı önceden yapıldığı için Türkiye’nin başına Kıbrıs sorunu, Ermeni Asala sorunu ve PKK sorunu bela edildi, bunlarla eş zamanlı olarak da FETÖ devreye girdi ama adı uzun yıllar sonra kondu. Resme bir başka açıdan bakarsak, Türkiye bir taraftan etnik milliyetçilik kökeninde şekillenen ve devletle kavgaya tutuşan, diğer taraftan ABD’nin keyfine göre devlet içinde şekillenen ve devleti içerden çökertecek şekilde şekillenen islamcı terör örgütleri ile uğraşıyor. Önce Asala’nın, sonra PKK ve FETÖ’nün terör faaliyetleri sonucunda sayısı 60 binlere yaklaşan insane hayatını kaybetti, milyonlarca insanın hayatı terörden etkilendi, kabusa döndü, ve trilyon doları aşan maddi zararlar meydana geldi. Baktığınızda bu örgütlerin her ikisi de ABD ve ABD desteğindeki güçler tarafından dizayn edilmiş…Peki bunlar yetti mi? Hayır yetmedi, son beş yılda Büyük Ortadoğu Projesi kapsamında Türkiye’nin çevresinde sayısı yüzleri bulan, ama aralarından birkaç tanesi sivrilen IŞİD, El Nusra, Özgür Suriye Ordusu gibi çapulcular sürüsü ortaya çıktı. Doğrudan ABD ve NATO güçlerinden beslenen ve destek gören bu çapulcular sürüsü sayesinde Ortadoğu ve Kuzey Afrika ülkeleri tarifsiz bir kan gölüne döndü, Nazi zulmünün bile yanında devede kulak kaldığı tarifsiz bir vahşete tanık oldu. Tüm bu vahşetin tek bir hedefi vardı, o da dünyanın en önemli enerji kaynaklarını tamamen ABD kontrolüne geçirmek, Avrupa Birliği’nin enerji kaynaklarının da ABD kontrolüne alınması, Rusya’nın ise en önemli silah pazarlarını ele geçirmek ve bu silah pazarlarını ABD sermayesini besleyen ABD silah sektörünün tekeline almak… ABD bu hedefini büyük ölçüde başardı, ama bu büyük oyuna Rusya’nın doğrudan askeri müdahale ile dahil olmasıyla gidişat değişti.

HS: Türkiye’deki 15 Temmuz askeri darbe girişimi de bu oyunun bir parçası olarak mı değerlendiriyorsunuz? 

ET: Elbette, resim gayet açık ve net. Zaten bundan daha açık da olamazdı. FETÖ bir Fetullah Gülen dizaynı değildir aslında. İki lafı bir araya getiremeyen bir molla müsveddesi böylesine büyük bir organizasyonun milimini bile dizayn edemez. Bunu kimin dizayn ettiğini anlamak için son ABD başkanlık seçimi sırasında Trump leyhine konuşan, Trump’ın Ulusal Güvenlik Danışmanı olan General Michael Flynn’ın sözlerine bakın. Şeytan yine ayrıntıda gizli. General Flynn tam da darbe günü düzenlenen konferansta, darbecilerin TRT’de okuduğu kısa manifestoyu   nerdeyse kelimesi kelimesine tekrarlıyor ve konferansa katılanlara “belki siz henüz öğrenmediniz ama şu anda Türkiye’de darbe oluyor, müttefikimiz ve dostumuz Türk ordusu rejime karşı darbe yapıyor, yayınladığı bildiride ABD’ye ve Birleşmiş Milletler’e, insan haklarına bağlılık belirtiyor, işte Türk ordusu bu!!!” diyor ve alkış alıyor… Hangi Türk ordusu bu? Entrikalarla çökertilen, üst düzey komutanları içeri atılan, PKK’yı tam ezdikleri anda devre dışı bırakılan ve komuta kademesine FETÖ’cü subayların yerleştirildiği Türk ordusu. Peki kim bu General Flynn? ABD ordusunda İslamiyet karşıtı görüşleriyle bilinen en üst düzey komutan ve istihbaratçı kendisi…Övdüğü Türk ordusunda darbe yapanlar kim? Sözde Fetullah Gülenci subaylar. Tezata bakar mısınız? Ben İslamcıları sevmem ama benden tarafsalar ve benim istediğim doğrultuda darbe yaparlarsa alkışarım!!! Zihniyet bu! Dikkatinizi çekerim, darbe manifestosu gece TRT’de okunduğunda Amerika’da henüz sabahın erken saatleriydi ve detaylar medyaya henüz yansımamıştı bile…Darbenin başarısız olmasından sonra Türk siyaseti tarafından bombardımana tutulan ABD’nin başkan yardımcısı Biden ise hemen Türkiye’ye geliyor ve Başbakan Binali Yıldırım ile basın önünde yaptığı toplantıda herkesi alaya alıyor ve diyor ki “Yahu, vallahi haberimiz yok,  biz bunu internet oyunu filan sandık…”…15 Temmuz darbesinden önce Türkiye’nin başkentinde, İstanbul’un göbeğinde, havalanlarında olan bombalı saldırıları hatırlayın…Tüm bunlar darbe için hazırlıktı…Aslında esas hedef, başta Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı ve AKP hükümetini olabildiğince darbelemekti. Darbe başarısız olunca tüm bunlar bir anda durdu. Durdu, çünkü onları besleyen kaynaklar kesildi. Ancak tüm bu süreç Türkiye’nin lehine değil, aleyhine işledi. Bugün Türkiye hem siyasi, hem askeri, hem de ekonomik bir çıkmazın içindedir. Türkiye’nin içine doluşan 4 milyona yakın mülteci Suriyeli’nin yarattığı sosyal, kültürel ve ekonomik sorunlar da cabası. İşte Türkiye bu haldeyken bir de Kıbrıs sorunu ile uğraşıyor,  Avrupa Birliği’nin şartlarını yerine getirmeye çalışıyor.

HS: Peki bundan sonra ne olacak? Kıbrıs sorununda olası bir çözüm nasıl bir çözüm olabilir?

ET: Bugün olacak olan şudur: Kıbrıslı Türkler ve Rumlar bir anlaşmaya varmadan önce Türkiye ile İsrail, Mısır ile de Yunanistan ve Rum tarafı Kıbrıs Cumhuriyeti adına birer enerji anlaşması imzaladılar. Bu anlaşmalar imzalanalı henüz birkaç ay var, arkasından da çözüm arayışlarına ve taraflar arasındaki görüşmelere hız verildi, çözüm adına son kırk yılın en hızlı sürecine girildi. Bu tesadüf değildir. Gidişat toprak verip siyasi yetki almak yönündedir. Yani yeni kurulacak devletin yetkilerinde Türk tarafının da gücü oranında siyasi ortak olması yönündedir. Şahsi kanaatim, bu formülün gayet makul olduğudur. Sonuçta Kıbrıs Cumhuriyeti anlaşmalarına baktığınızda, ki bugün hala yürürlüktedirler, öncelikleri her iki toplumun siyasi gücünü ve varlığını,  ve ayrıca da ülkenin toprak bütünlüğünü korumak yönündeydi. Tabi bir de garantiler konusu var.

HS: Tam bu noktada, sizin garantilere karşı bir duruşunuz var, tüm bu olayları yakından takip eden birisiniz, garantisiz bir Kıbrıs Türkü güvenlik açısından zora girmez mi, bu duruşunuz biraz garip değil mi?

ET: Önce bu duruşumun sebeplerini söyleyim. Bu ilkesel bir duruş. 1960 Cumhuriyeti’nde Türkiye, Yunanistan ve İngiltere garantördüler. Peki, 1963 ve 1974 yılları arasında Cumhuriyet darmadağın olurken hangisi hemen müdahale etti ve huzuru sağladı? Hiçbiri. Bu süreçte onbinden fazla masum insan hayatını yitirdi. Türkiye 4 Mart 1964’de 186 sayılı BM kararına imza attı ve bu imza ile o zaman için tek taraflı müdahale hakkından vazgeçti, hem de Rum tarafını Kıbrıs Cumhuriyeti’nin resmi temsilcisi koltuğuna oturttu, Türk tarafını da dolaylı olarak isyancı koltuğuna mahkum etmiş oldu. Garantörlük haklarını bahane ederek müdahale etmeye kalktığında da dönemin ABD Başkanı Johnson’ın ünlü mektubu devreye girdi ve bir lafta Türkiye’nin kolunu kanadını kırdı. Diğer taraftan, bir halkın, bir ülkenin varlığı bir başka ülkenin veya oluşumun garantisi altında olamaz, olmamalıdır. Aksi takdirde ilelebet korkularınızla o ülkeye veya oluşuma bağlı kalırsınız, isterlerse günün birinde varlığınızı da yok ederler. Bizi bırakın, Türkiye’ye bakın. Bugün Türkiye bir NATO üyesidir ve NATO’ya güvenlik ve varlığını sürdürme gayleleriyle üye olmuştur. Peki sonuç? Bağlı olduğu birlik tarafından sömürülme ve nerdeyse yok olmanın eşiğine getirilme…Öncesine bakarsak, 1992’de Ege’deki NATO tatbikatında Muavenet Zırhlısı kasten ABD gemisi tarafından atılan iki füze ile vuruldu.  2003 yılında ABD’li askerler Türk askerinin kafasına çuvalı geçirdi. Tüm bu süreçte, PKK bir taraftan  terrorist örgüt ilan edildi, diğer taraftan desteklendi ve Türkiye Cumhuriyeti devleti ile eş seviyede “taraf” olarak ilan edildi. Alın size müttefik işte…Nasıl bir müttefikse! Bu örnekler aynı şeylerin Türkiye veya diğer garantörlerle Kıbrıslı Türklerin arasında da yaşanacağı anlamına gelmez, ama mevcut garanti sistemi bugünkü şartlarda tamamen işlevsizdir.

HS: Peki Kıbrıslı Türklerin varlığının garantisi ne olmalıdır sizce?

ET: Basit. Kıbrıslı Türkler öncelikle her ülkenin, her devletin, her toplumun yaptığı gibi kendi güvenlik sistemlerini oluşturmalıdır ve görüşme masasında bunu meşrulaştırmak için bastırmalıdır. Örneğin Güvenlik Kuvvetleri Komutanlığı beş bin kişilik bir jandarma gücü haline getirilebilir, polis gücü de beş bine çıkarılabilir. Alın size hazırda on bin kişilik güvenlik gücü. Bu güç hem karada, hem havada,  hem denizde güvenliği sağlamak için yeterlidir. Yeter ki yeterli techizat ve teknik altyapı sahibi olsun.  Aynısını Rumlardan da isteyelim, onlar da aynı oranda bir jandarma ve polis gücü oluştursunlar. Yetmedi mi, en gelişmiş ülkelerde bile mevcut olan ve ihtiyaç halinde devreye sokulan milis gücünü oluşturalım. Hafif silahlarla donatılmış on bin kişilik bir milis gücü oluşturalım, ihtiyaç halinde hemen devreye girsin. Etti mi size yirmi bin kişilik bir güvenlik ve savunma gücü. Bugün hemen herkesin evinde kayıtlı av tüfeği vardır. Yani ateşli silahı vardır. Gönüllülerden çok rahat on bin kişilik bir milis gücü oluşturulabilir. Hatırlayın, Türkiye Kıbrıs’a sadece beş bin kişilik bir güçle çıkarma yapmıştı ve sadece birkaç yüz mücahidin tuttuğu bir koridorda tutunabilmişti. Bu mücahitler sadece hafif silahlara sahipti ama bu ülkenin kaderini değiştirdiler, Türkiye’nin daha harekat başında yaşanacak çok muhtemel bir yenilgisini de önlediler. Beş bin kişiyle Kıbrıs gibi devasa bir adaya, üstelik de en az yirmi bin silahlı savunma gücünün olduğu bir adaya çıkarma filan yapılamaz. Bu ancak içerden destekle başarılı olabilirdi. Demek istediğim şu ki,  burada önemli olan kendi güvenlik ve savunma gücünüzü öncelikle oluşturmanızdır. Kendi vatanınız, kendi eviniz, kendi aileniz için önce kendiniz elinizi taşın altına koyacaksınız. Güvenlikte önceliği başkasından beklemeyeceksiniz. Türkiye’nin veya başkasının garantörlüğü veya desteği sonra gelir. Serbest bırakın, bir sorun olursa ister gelsin, isterse gelmesin. Zaten başkasının garantörlüğü belli şartlara bağlıdır ve o şartlar oluşsa bile, siyaseten bazı şartlar oluşmadığı için garantörlük sistemi işlevsiz kalır. Biz bunu 1963’den 1974’e kadar gördük. Ama kendi hazır savunma gücünüz olduğunda iş başkadır, anında devreye girer.  Bir de, Kıbrıs’tan ağır silahların uzaklaştırılması için bastırılması lazım, tanklar, toplar, füze sistemleri Kıbrıs’tan uzaklaştırılmalıdır. Ancak Kıbrıs’ın tamamen askersizleştirilmesi düşünülemez bile. Ordusu, ya da uygun bir savunma gücü olmayan bir ülke düşünülemez bile. Zaten dünyada örneği de yok. Her iki toplumun da silahlı güvenlik güçleri olmalıdır ki huzuru bozmaya niyetli olan iç ve dış güçlere karşı caydırıcı bir güç olsun. Bana göre Cumhurbaşkanı Sn. Akıncı ve Kıbrıs Türk tarafındaki tüm paydaşlar bu doğrultuda görüş ortaya koymalıdır.

HS: Bu noktada şunu sorayım, Sn. Akıncı’nın görüşmelerdeki tavrını nasıl değerlendiriyorsunuz?

ET: Bana göre Sn. Akıncı kendine biçilen rolü yerine getiriyor. Şahsi kanaatim, yeterince atak değil ama çözüm konusunda kendinden öncekilerden çok daha ciddi ve istekli bir duruş sergiliyor. Ancak ağırlıklı olarak süreci kimin kontrol ettiğine bakarsak, Rum tarafı topu daha ustalıkla çeviriyor ve masadan ne zaman çekileceğine ve ne zaman döneceğine kendileri karar veriyor. Aynısını Sn. Akıncı’nın da yapabilmesi gerekirdi, ama bugüne kadar topu Rum tarafı etkili kullandı, oyunu yönetti. Ancak bize de mecburlar, biz olmadan bu oyunu götüremezler, bunun farkındalar. Sn. Akıncı top kendisine geldiğinde olabildiğince etkili oynamaya çalışıyor. En azından kendinden öncekilerden daha istikrarlı bir oyun sergiledi, ama daha iyisi de olabilirdi. Yine şahsi kanaatim, Sn. Akıncı’nın görüşmeci ekibi Rum tarafının ekibine göre çok zayıf bir pozisyonda, Sn. Akıncı hem Cumhurbaşkanı hem de görüşmeci rolünü üstlenirken gereğinden fazla yük aldı. Rum tarafının öyle bir derdi yok, ekipleri çok güçlü. Görüşmeler Türk tarafı için kapalı bir kutu, Rum tarafı ise olan biteni açıklıyor, paylaşıyor, karşı tarafın medyasından gidişatı öğreniyoruz. Türkiye’nin içine düştüğü kaotik ortam da Rum tarafının elini güçlendiriyor, Sn. Akıncı’nın elini zayıflatıyor. Ancak önümüzdeki birkaç ay içinde Kıbrıs sorununda bir sona gelinmesi ve çözüm üretilmesi de bu büyük oyunun bir gereğidir. Bu sorun bitecek ve bu sorunu Türk tarafı adına bitirmek de Sn. Mustafa Akıncı’ya nasip olacak. Siyaseten Rum tarafı bizden çok daha avantajlı olsa da bazı konularda biz onlardan çok daha avantajlı bir durumdayız, ancak fırsatları değerlendirme konusunda çok zayıfız. Çok aciz bir siyaset ve devlet yapımız var.

HS: Hangi avantajlardan bahsediyorsunuz?

ET: Bizim Rumlara göre çok daha avantajlı olduğumuz iki sektör var, biri üniversitelerimiz ve yüksek öğretim sektörü, diğeri turizm sektörü. Bugün neredeyse 130 ülkeden gelen öğrencilerin sayısı 80 bini aşmış durumda. Bir öğrenci ülkemizde yılda en az 10 bin dolar harcıyor. Bu da yılda en az 800 milyon dolara tekabül eder. KKTC gibi küçük bir devlet için çok büyük bir gelir kaynağı. Ancak bu gelir kaynağı doğru şekilde takip edilmiyor, doğru şekilde kamu menfaati açısından kullanılamıyor. Bir öğrencinin bıraktığı gelir, ortalama 20 turistin piyasaya bıraktığı gelire denk bir gelir. 80 bin öğrenci demek, ülkemizde süreklilik arz eden 80 bin turist de demek aynı zamanda. Bir yılda ülkemizi en az 1 milyon 600 bin kişi ziyaret etti demektir. Buna ek olarak ziyaret ve turistik amaçlı gelen gerçek turistleri de eklersek, bu sayı 2 milyonu bulur. Peki bu insanlardan elde edilen gelirin kamu menfaati ve devlet geliri açısından faydası nerede, bu sorgulanmıyor. Bu gelirin vergi olarak yüzde onu vergi olarak devlet kasasına girse, eder 100 milyon dolar. Bu rakamla bir senede ülkenin tüm sağlık, eğitim, ulaşım ve altyapı sorunları kökten çözülür. Ama başıbozuk bir devlet yapımız olduğu için kimin eli kimin cebinde belli değil. Hal böyle olunca da Rum tarafından çok önde olduğumuz konularda bile genel kamu menfaati açısından bir fayda elde edemiyoruz. Bir düşünün, ülkede en çok satılan malların arasında başı alkollü içkiler ve sigara çekiyor. Bu iki tüketim malzemesinin baş müşterileri de üniversite öğrencileri ve resmi veya kaçak yolla satılan bu iki tüketim malzemesine yılda harcanan para nerdeyse 500 milyon lirayı buluyor, bu rakam da devlet bütçesinin nerdeyse onda birine denk geliyor. Memleket açık hava meyhanesine döndürüldü, uyuşturucu da ortalıkta kol geziyor. Turist otobüslerinde bile zula altındaki buzdolaplarında çatır çatır kaçak içki satılıyor. Ortada felaket bir durum var. Muazzam bir avantaj korkulacak, toplum güvenliğini tehdit eden bir dezavantaja dönüşmüş durumda. Bir tarafta kaçak Kuran kursları ve din istismarı, diğer tarafta memleketin bir ucundan diğer ucuna sokaklarda meyhaneler ve bahis ofisleri, kadınların satıldığı gece kulüpleri ve kontrolsüz fuhuş. Rum tarafından ve Türkiye’den sürekli gelen bir uyuşturucu akışı var. Ortada akıl almaz bir manzara var. Bizim gelen giden hükümetler, bu konuyla ilgili tüm paydaşlar, Milli Eğitim Bakanlığı, YÖDAK ve ilgili diğer tüm kurum ve kuruluşlar kendi havasında devam ediyor. Tek söylenen, öğrenci sayısını 100 bine çıkaracakları…

HS: Üniversite sektöründe çalışan biri olarak üniversitelerimizin kalitesi hakkında ne düşünüyorsunuz? Bir de, son zamanlarda YÖDAK ile ilgili çok farklı bir bakış açısıyla eleştiri yazıları yazdınız. Bu konudaki net görüşünüz, eğer varsa,  nedir?

ET: 18 yıldır KKTC üniversite sektöründeyim. Şunu açıklıkla söyleyebilirim. Geçmişte üniversitelerimizin kalite değil, gelecek ve öğrenci sayısından kaynaklanan maddi kaygıları vardı. Artık bu yok. Bugün ülkemiz ve tüm üniversiteler, en azından ilk kurulan üniversiteler öğrenci sayısı bakımından doyuma ulaşmış seviyededirler ve maddi kaygıları da yoktur. Gelecek ve maddi kaygıların bittiği yerde, artık yavaş yavaş kaliteye doğru yöneldiler. Son yıllarda maddi kaygı değil, uluslararası kalite kaygısı ortaya çıkmaya başladı. Bu da yapılan akademik çalışmaların hızını artırdı, öğretim elemanlarındaki kaliteyi daha da üst seviyeye çekti, dolayısıyla öğrenci kalitesini de yukarı çekmeye başladı. Eskiden bir tek Rum üniversitesi, bizdeki mevcut altı üniversiteden daha fazla uluslararası yayın yapardı, şimdi ise bizdeki tek bir üniversiteden çıkan uluslar arası yayın sayısı onları fazlasıyla geçiyor. Bugün mesele, hedef koyma meselesidir. Eski üniversitelerimizin hedefi artık kalite çıtasını yüksek tutmaktır. Yeni kurulan veya kurulacak olanların da doğal olarak öncelikli derdi sürdürülebilir bir maddi yapıya ulaşmak, sonra da kaliteye yönelmek olacaktır. Bu bakımdan ilk kurulan üniversiteler daha avantajlı durumdadırlar. İlk kurulan üniversiteler arasında en büyük atılımları ve yatırımları yapan Yakın Doğu Üniversitesi’dir. Bugün ülkede bulunan öğrenci sayısının üçte birinden fazlasına sahiptir. Diğer üniversitelerde bulunan akademik bölümlerin yanısıra, donanımı ve altyapısı ile Türkiye’deki üniversiteleri de aşan bir tıp yatırımı gerçekleştirmiştir. Genele bakarsak, Kuzey Kıbrıs’daki üniversitelerin kapasitesi ve kalitesi, Türkiye’deki ve yakın coğrafyadaki üniversitelerin büyük çoğunluğunu çoktan geçmiştir. Kendimizi küçümsemeyelim, kalitemiz en üst seviyede olmasa da bölge coğrafyasında çoğundan çok daha üst düzeydedir. Zaten mezunlarımızın geldikleri yerlere bakarsak, kaliteyi orada görürüz. Türkiye’de son yaşanan FETÖ olayında açık ve seçik ortaya çıktı ki birçok üniversitede ve yüksek öğretim sisteminin tüm paydaş örgütlerinde çeteler ortalığı ele geçirmiş, kendileri çalmış kendileri oynamış, taraftarlarına istedikleri gibi akademik ünvan dağıtmış, birbirinin arkasını kollamış, sınavlarda haddi hesabı olmayan yolsuzluklar yapmış, Türk eğitim sisteminin temelini dinamitlemiş, resmen Türkiye’nin geleceğini karartmışlar. Bir taraftan bakıyorsunuz Fetöcüler ortalığı kasıp kavurmuş, diğer taraftan bakıyorsunuz kendisine “barış için akademisyen” diyen bir de entel dantel sürüsü türemiş, dıştan güdümlü PKK’nın yarattığı terörü ve aldığı canları, yaptığı maddi ve manevi yıkımı görmüyor, ama bunlarla savaşan devleti, askeri, polisi hedef alan saçma sapan argümanlar üretiyor.   Bereket versin ki bizim üniversitelerimizde böyle şeyler yok, ama YÖDAK’da yaşananlar fena halde sırıtıyor.

HS: Peki, YÖDAK’a gelelim, son zamanlarda sürekli gündemde ve sorunlarla boğuşuyor. Siz de bu konuda iddialı yazılar yazdınız. Ne diyeceksiniz?

ET: Yazdıklarımın ve söylediklerimin arkasındayım. Siz de lütfen söylediklerimi eksiksiz yazın.  YÖDAK geldiğimiz günde ülkemizdeki en önemli kurumlardan bir tanesidir, belki de en önemlisidir. En önemlisidir derken şunu kastediyorum: Ülkeye bir milyar dolara yakın gelir getiren bir sektörün çekirdek kurumudur. Ülkemizdeki üniversitelerin açılışına, bölümlerinin açılışına ve denkliğine karar ve onay verecek kurumdur. Ancak bir bakıyoruz ki, bu kurumun genel idari oluşumu ve yönetim kurulu oluşumu tam anlamıyla bir fiyaskodur. YÖDAK Başkanı’nı Cumhurbaşkanı atıyor, iki daimi yönetim kurulu üyesini Meclis seçiyor, iki yarı zamanlı yönetim kurulu üyesini de üniversiteler arası kurul seçiyor ve önerisini Cumhurbaşkanı’na sunuyor, Cumhurbaşkanı da bunları atıyor. YÖDAK yasasına göre her siyasi parti yönetim kuruluna aday da gösterebilir.  Kırk senede Karpaz’daki eşeklerin meselesini çözemeyen KKTC Meclis’i üniversitelerin sorunlarını mı halledecek? Ben de size sorarım, üniversitelerin kaderi, geleceği bunca yıldır ellerine geçirdikleri herşeyi bozan, kokuşturan siyasetçilere mi kaldı? Cumhurbaşkanı’nın işi gücü yok da YÖDAK’a üye ve başkan mı atayacak? Bu sistem rezaletin daniskasıdır ve işlevi yoktur, nitekim geldiği noktada da herşey ayan beyan ortadadır. KKTC’de onca üniversite varken iki tam zamanlı üye Girne Amerikan Üniversitesi’nden atanmış. Bunlar Olgun Çiçek ve yarı-zamanlı çalışan Mehmet Hasgüler’dir. Başkan son görev yeri Yakın Doğu Üniversitesi olan Hüseyin Gökçekuş’tur. Diğer ikisi Doğu Akdeniz Üniversitesi’nden gelen yarı-zamanlı üyelerdir. Bunlardan GAÜ’den gelen Olgun Çiçek ve Mehmet Hasgüler, ve bunların yanında pek görünmese de DAÜ’den gelen yarı zamanlı üye Hasan Kömürcügil Başkan Hüseyin Gökçekuş’a savaş açıyor. Bu savaşa, yapacak hiç işi gücü kalmamış gibi, KTÖS ve basındaki ücretli tetikçiler de katılıyor, yüzlerine gözlerine bulaştırıyorlar.  Sözde bu savaş, Yakın Doğu Üniversitesi ve Girne Üniversitesi ile sözde rakip Girne Amerikan Üniversitesi’nin arasındaki rekabetin bir yansıması. Ama öyle değil, işin özünde. Bir kere personelinin maaş bile ödemekte zorlanan, dahası personelini aylarca parasızlıktan süründüren bir üniversite ile devasa yatırımlara baş koyan ve çalışanıyla, öğrencisiyle sayısı 35 binlere dayanan bir üniversite arasında rekabet filan söz konusu olamaz, buna kargalar bile güler. Zaten aklı başında kimse de bu argümanları dikkate almadı, sadece basında uzaktan güdümlü birileri kendilerince çaldı oynadı, isim tescilinden kaynaklanan hukuksal bir meseleden kendine rant çıkarmaya çalıştı.  Büyüklük isimle filan ortaya çıkmaz, ülke ve halk için yaptığınız işlerin büyüklüğüyle, çalışanınıza ve halkınıza verdiğiniz güvenle  ortaya çıkar ancak. Gerisi boş iştir. Lafla peynir gemisi yürümez. Lafazanlığın boyutu da bir süre sonra ortaya çıkar, herkes güler geçer, maskara olduğunuzla kalırsınız.

Meselenin özüne bakalım şimdi.  Ayda yılda YÖDAK’ın kapısından içeri girmeyen, girdiklerinde de ancak tuvalete gidecek kadar kalan,  ama bizim cebimizden kesilen vergilerden çatır çatır maaş çeken üyelerin yaptığına bakalım şimdi. GAÜ’den gelen Çiçek ve Hasgüler ve DAÜ’den gelen Hasan Kömürcügil işlerini güçlerini bırakıyorlar,  Başkan Gökçekuş’a karşı aleni ve açık bir saldırı başlatıyorlar, sonuçta  mahkemelere düşüyorlar,  kendi attıkları imzalarla bile ters düşüyorlar, mahkemede kendi kurumlarının çıkarlarıyla da ters düşüyorlar, kendi kurumlarına karşı duruş sergiliyorlar, karşı tarafla işbirliği yapıyorlar, mahkemeyi de kaybediyorlar,  savcılık bile yaptığı soruşturmada bu üç üyenin verdikleri ifadelerde doğruları söylemediklerini açıkça belirtiyor. Ki bu ifade bile bu üçünün bu kurumdaki sonunu hemen getirmeliydi ve yarattıkları kaos için hesap vermeliydiler. Sonuçta hesap vermeseler de, bu üçü tüm süreci kafalarına giyiyorlar. Son çare olarak Cumhurbaşkanı’na Başkan Gökçekuş’u şikayet ediyorlar. Cumhurbaşkanı da emekli bir savcıyı şikayet konusunu soruşturması ve görüş bildirmesi için atıyor. Halbuki yasaya göre bu görev Yüksek Adliye Kurulu’na aittir ve kapsamlı bir araştırma yapılması için bu kurula başvurulmalıydı.    Şimdi dönelim başa. Mehmet Hasgüler’in geldiği 18 Mart Çanakkale Üniversitesi’nin eski rektörü, ki bildiğimiz kadarıyla Hasgüler onun zamanında o üniversiteden profesörlük ünvanı aldı ve eski tanışlar, FETÖ’den içerde…Şimdi sorarım size, FETÖ gibi kendinden olmayan hiç kimseye hiçbir şekilde yaşam şansı tanımayan bir çete, Mehmet Hasgüler gibi birine neden profesörlük ünvanı verir ve FETÖ’nün ele geçirdiği bir üniversitede barındırır? Mehmet Hasgüler bulunmaz Hint kumaşı mı, yoksa başka marifetleri mi var? Ve, onca tam zamanlı profesör varken, neden Hasgüler gibi yarı zamanlı bir öğretim görevlisi GAÜ’den YÖDAK’a tam zamanlı üye olarak atanır. Ve Olgun Çiçek, nasıl olur da Dubai’den koparak Kıbrıs’a gelir, darbe öncesi AKP içineki bazı odakların telkiniyle jet hızıyla GAÜ’de profesör ünvanı alır, yine GAÜ’de rektör yardımcısı görevine gelir, yine jet hızıyla KKTC vatandaşı olur ve hemen arkasından YÖDAK’a tam zamanlı üye olarak atanır? Memlekette onca üniversite varken YÖDAK’a atayacak profesör mü kalmamıştı? YÖDAK’ta özellikle bu ikisinin çıkardığı çıngar ve YÖDAK’ı soktukları zararın boyutuna kimse bakmadı…Cumhurbaşkanı da Kıbrıs sorunu ile boğuşurken bazı detayları göremedi. Daha önce yazdım ve söyledim, yine iddiayla söylerim. FETÖ Türkiye’de sisteme sızmaya eğitim kurumlarından başladı, sonra diğer kurumlara sıçradı. KKTC’deki eğitim kurumları da bu sürecin dışında kalacak değildi elbette. KKTC’deki devasa yüksek öğretim sektörünün kalbi de YÖDAK ise, ele geçirilmesi gereken ilk kurum da YÖDAK’tır. 74’te baba evinden babası da dahil olmak üzere on mücahit çıkmış olan, ki bunların üçünün çatışmalarda vurulduğunu biliyorum,  Hüseyin Gökçekuş’un uzaktan yakından FETÖ’cüler ile ilgisi alakası yoktur. Hakkındaki ithamlar ve iddialar da tam anlamıyla iftira amaçlıdır. Karşı cenahta olanların iddialarına baktığımızda bu resmen sırıtıyor.  Elimize geçen bilgi ve belgelerde de bu açıkça görülmektedir. Karşımızda bir yavuz hırsız ev sahibini bastırır meselesi var. Kendi rezaletlerini örtbas etmek için Gökçekuş’u hedef gösterdiler ve böylece hedef saptıracaklarını sandılar. Bir yere kadar başardılar da. Gökçekuş çok önceden gözünü yumup ağzını açmalıydı. Öyle söz gümüşse sükut altındır kafasıyla olmaz bu işler. Normal zamanlarda yaşamıyoruz.

Dolayısıyla Türkiye’deki darbe başarılı olsaydı, Hüseyin Gökçekuş YÖDAK’ın başında olmaması gereken bir şahıs olacaktı.  Ama şunu sorarım: FETÖ’cülerin tepeden tırnağa dizayn ettiği bir üniversiteden prefesörlük ünvanı alarak gelen Mehmet Hasgüler ve AKP içindeki bazı odakların telkinleriyle bugün bulunduğu yere yıldırım hızıyla gelen Olgun Çiçek’in YÖDAK’daki ısmarlama varlıkları neyin nesidir? Memlekette ya da geldikleri üniversitede YÖDAK’a atayacak profesör mü kalmadıydı? Bu ikili neden kendi attıkları imzalara bile ters düşerek Gökçekuş’u darbelemeye kalktılar ve mahkeme sürecinde yaptıklarını başlarına giydiler? Türkiye’de son hamle olarak dizayn edilmeye başlayan darbe girişimi hazırlıklarıyla eş zamanlı başlatılan YÖDAK’da Gökçekuş’u karalama operasyonu bir tesadüf müdür? Gökçekuş AKP içine yılan gibi sızmış FETÖ odaklarına yakın bir YÖDAK Başkanı olsaydı Hasgüler ve Çiçek, ve keza Kömürcügil aynı tavrı takınacaklar mıydı? Cebimizden kesilen vergilerle çatır çatır maaş çeken bu zatlar günde sekiz saat görevlerinin başında olmaları gerekirken ayda toplam “kaç dakika” görevlerinin başındadırlar, iş yapmaktadırlar, yaptıkları işler nelerdir? Hasgüler tam zamanlı üye olarak nasıl olur da AKPli bir milletvekilinin “atamasıyla” Türkiye’de ıvır zıvır konularda ders vermeye gider? Bunun için mi cebimizden kesilen vergilerle maaş çeker?  Nasıl olur da geri kalan zamanının büyük çoğunluğunu Rum tarafına gidip gelerek, bir ayda 50-60 kez Rum tarafında gidip gelerek geçirir? Ortalıkta gezip tozarken, birbiri arkasına endek göndek hastalık raporlarını düzerken iş yapmaya ne zaman vakit buluyor acaba?  Olgun Çiçek’in YÖDAK’tan maaş çekerken aynı zamanda GAÜ’de odası olduğu ve GAÜ’den maaş çektiği de gelen bilgiler arasında…Bu konularla ilgili yazılamızdan sonra odası da apar topar boşaltılmış. Rahatlığa bakar mısınız? Bütün bunlar yaşanırken birileri FETÖ’nün Türkiye’de başarılı olması halinde KKTC’de YÖDAK’ı da ele geçirmesi için özel çaba mı sarfediyordu? YÖDAK’ta bunca cıngarı çıkarıp da kafasına giyen bu üçlü, ama özellikle de ikisi,  bilerek veya bilmeyerek FETÖ’nün KKTC’deki amaçlarına mı hizmet ediyorlardı?  Bunları ortaya çıkarmak çok ama çok basittir, Cumhurbaşkanı polise ve savcılığa talimat versin, bunları da araştırsınlar bakalım. YÖDAK’taki herkesin gelirini giderini de araştırsınlar.  Dahası, bu şahısların yaptıkları harcamaları, hesaplarına giren çıkanları, gittikleri tatillerin, yurt dışındaki harcamalarının kaynaklarını, nasıl ve hangi amaçla KKTC vatandaşı olduklarını da araştırsınlar.  Koskoca KKTC yüksek öğretim sektörü böyle keyfiyeten atanan şahısların keyfine ve tavrına kurban edilemez. Başkan Hüseyin Gökçekuş bir televizyon kanalında bu iddiaların büyük çoğunluğuna cevap verdi. Ötekilerse tam anlamıyla suskun kaldı. Ama yetmez. Hesap da verilmelidir. Polise ve savcılığa başvurup, elindeki tüm bilgi ve belgeleri paylaşmalıdır. Yapmayacaksa, versin biz yapalım. YÖDAK’da yaşanan herşey didik didik edilmelidir. YÖDAK’ın kurumsal yapısı da bir daha böyle şeylere mahal vermeyecek şekilde yeniden dizayn edilmelidir. Ne demek bir üniversiteden iki tam zamanlı üye YÖDAK’a atansın? Öteki üniversitelerin başı kel mi? Onların söz hakkı olmayacak mı?

HS: Peki sizce YÖDAK nasıl bir kurum haline getirilmelidir?

ET: Bir kere YÖDAK siyasetten tam bağımsız ve bağlantısız bir hale getirilmelidir. KKTC’de aktif olan her üniversitenin en az bir tam zamanlı üyesi YÖDAK’a üye olmalıdır. Herkesin söz hakkı eşit olmalıdır. Başkan da öyle Cumhurbaşkanı tarafından filan değil, kurul üyeleri arasınan seçilmeli ve başkanlık süresi 6 aylık dönemlerle kısıtlanmalıdır. Ne demek Meclis’deki siyasi partilerin aday gösterme ve atama hakkı var? Ne demek Cumhurbaşkanı YÖDAK’a başkan atayacak? Neyin nesidir bu sistem, bu siyaset? Meclis’in ve Cumhurbaşkanı’nın başka yapacak işi mi kalmadı? YÖDAK yasası baştan aşağı düzenlenmelidir ve hem idari yapısı hem de disiplin soruşturma konuları çağdaş bir sisteme bağlanmalıdır. Amerika’yı yeniden keşfetmeye gerek yok, istenirse ve irade varsa bu iş bir iki haftada bitirilir.

HS: Anlaşılan o ki YÖDAK konusu çok ciddi bir mesele ve sizin de dediğiniz gibi bu pilav çok su kaldırır. Peki sizden başka kimse neden bu konuları dile getirmiyor?

ET: Üstünüze alınmayın ama bizim ülkemizin medya yapısının ne olduğu ortada. Tam bir çıkar ve rant düzeneğidir. İstisnalar kaideyi bozmaz. Bir gün sizden nemalanırlar, nemalandıkları oranda hizmetlerini yerine getirirler, öteki gün diğerinden daha fazla rant bulurlar, anında çark ederler. Ülkemizdeki sistemlerin hemen tümü nasıl kokuşmuşsa, medya düzeni de aynı şekilde kokuşmuştur. Ortalık fırıldak gibi yanıp dönenlerle doludur.  Bu yüzden de benim gibiler bizim medyamızda “aykırı” tiplerdir. Birşeyi söylerken duruma göre eğrilip doğrulmayız. Birinden bir kuruşluk rant sağladığımız yok, gelen rant tekliflerinin de tümünü geri çevirdik. Aynada yüzümüze bakarken yüzümüzün kızardığı da yok. Bir üniversitenin sıradan bir elemanıyım, bir maaşım var, karınca kararınca geçinirim, ailemin boğazından bir kuruş haram veya avanta geçmez, bunlar bana yeter. Dolayısıyla rant derdiyle parmağımın arkasına saklanmam. Tek derdim bir an önce Türkiye’nin ve ülkemin düzlüğe çıkması, akan kanların ve diğer dertlerin, sıkıntıların sonlanması, çocuklarımıza insanca yaşayacakları bir gelecek sağlamak. Hem biz hem de Türkiye resmen akıl ve ruh tutulmasına uğradık.  Çocuklarımız daha güzel bir dünya hakediyorlar, ama bu dünya kendi çıkarları veya bağlı oldukları çetelerin çıkarları doğrultusunda borusunu öttürenlerin dünyası olmayacak. Er ya da geç Türkiye’de son yaşanan olaylarda olduğu gibi burada da sistemleri kafalarına çökecektir, ak koyun kara koyun belli olacaktır. Bu dünyada, ülkemizde, toplumumuzda düzenbazlar olduğu kadar dürüst insanlar da var. Yakın zamanda akıl yolunun üstün geleceğine inanmak isterim.”

Halkınsesi

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu